22 Aralık 2011 Perşembe

KAYGISIZ DOĞRULAR



Sadece susarlar
Oysa onlar çok şey bilirler
İçlerinde koskoca bir hazine saklıdır
Kitaplar sessizdirler
Anlaşılmayı susarak beklerler
Aslında bilinenin aksine
Herhangi bir şeyi doğru anlatma kaygıları yoktur
Sen nasıl anlarsan öylelerdir
Anlattıkları elbet bir doğru vardır
Sadece iddia etmezler
Senin onların doğrusunu farketmeni beklerler
İşte tam da bugünlerde kitaplar gibiyim
Susuyorum
Çığlık çığlığa susuyorum
Anlattığım bir doğru var elbet
Anlamanı bekliyorum
Kendi dünyanda
Doğru veya yanlış
Nasıl anladığın sana kalmış

N. KARABUĞDAY

19 Ekim 2011 Çarşamba

OĞLUM



Doğduğun gün dün gibi aklımda
Ebe, "oğlun oldu" dediğinde
Ağlamıştım…
Koskoca erkekliğime aldırmadan
Küçücük çocuklar gibi koca gövdemle ağlamıştım
Pamuk pamuktu ellerin
Bıyıklı olduğum için annen öptürmüyor diye
Kesmiştim yıllar yılı bıyıklarımı
Seni öpüp koklayabilmek için
Geceleri biraz ağlasan içim yanar
Sabaha kadar beklerdim başında
Bir sonraki gün işe uykusuz gitme garantisinde
İlk baba değil de “anne” dedin diye çok kıskanmıştım
Hatta "ilk anne diyecek" dediği için iddiayı da annen kazanmıştı
İlk adımlarını attığında ödümüz kopuyordu
Düşüp bir yerini yaralayacaksın diye
Büyüyüp okul yaşın geldiğinde en başta zorluklar çekmiştin
Ben ise işten vakit bulup okula gelirdim
Gizli gizli izlerdim seni arkadaşlarınla oyunlar oynarken
Her akşam beni nasıl heyecanla camda bekleyişini unutamam
Boynuma atlar öperdin “baba” diye
Ve her seferinde cebimde hediyen olurdu
Belki çikolata, belki de en sevdiğin şekerlerden
Mahalledeki bütün çocukların bisikleti vardı
Çok ağlıyorsun diye işyerinden avans alıp o ay bisiklet almıştım ben de sana
Liseyi başarıyla bitirip bulunduğumuz şehirdeki üniversiteyi kazandığında
Bizim ev bayram yeri gibiydi
O akşam annen tüm yakınları arayıp haber etmişti
Senin okulu kazandığını
Üniversiteye başlar başlamaz bir de kız arkadaşın olmuştu
“Ayşe”…
Bir akşam bana gelip “baba biz evlenmek istiyoruz, ailesiyle tanışalım mı?”
diye sorduğunda
“Oğlum, askerlik…” demiştim
Okulu bitirip askerlik zamanın geldiğinde heyecanlıydın
Bir an önce bitirip sevdiğin kıza kavuşacaktın
Yuva kuracaktın
Seni askere uğurladığımız gün gözyaşları sel oldu aktı
Babanı ikinci defa böyle ağlatıyordun
Kimse görmesin ağladığımı diye otobüsün arkasına geçmiştim
Gizli gizli ağlıyordum annenler seni uğurlarken
Halaylarla, zılgıtlarla uğurladık seni askere
Annen telaşlıydı ben ise onu teskin ediyordum her seferinde
Sağolsun Ayşe de her gün aradı
Bir gün sabahın erken saatlerinde çaldı kapımız
Ben uyanmış işe gidecektim annen ise kahvaltı hazırlıyordu bana
Annen “hayırdır inşallah” diyerek açtı kapıyı
İşte o an anlamıştım kara haberin geldiğini askerleri kapıda görünce
“Oğlunuz” dedi komutan düğümlendi boğazına kelimeler
“Oğlunuz şehit oldu, vatan sağolsun”
Yıkıldı evimiz
Ocağımız yandı
Bir evimizin bir oğlu şehit olmuştu
Meğer canımız oğlumuzu askere diye ölüme göndermişiz
Aradan 1 yıl geçti yüreğimizin yangını hala dinmedi
Geçenlerde bir davetiye geldi eve
Ayşe evleniyormuş önümüzdeki ay
Gelinlikler içinde seni görecektik yanında
Kısmet değilmiş…
Vatan sağolsun oğlum
Vatan sağolsun
Sağolsun ki
Kalmasın yerde kanınız
Sağolsun ki
Sorulsun hesabınız

Nupelda KARABUĞDAY

16 Ekim 2011 Pazar

BİR YERLERDE "SESSİZLİK" DOĞUYOR



"Sessizlik oldu mu kız çocuğu doğar" derler
Bu sözün hikayesi kötüdür aslında
"Erkek çocuğunu" bekleyen baba
Kız çocuğu olduğunu duyunca hayal kırıklığına uğrar
Ve tüm sülale bu doğuma sessiz kalır
Sözüm ona sevinç çığlıkları atılmaz
İşte buradan gelir kız çocuğunun sessiz gelişi
Çocukluğunu bile düzgün yaşayamaz kız çocuğu
Oynasa, zıplasa hor görülür
"Kız kısmıdır" ya...
Okuma yaşı gelir, yaşıtları erkekler okula giderken
Onun işidir ev temizliği
Su taşımak, köyde anneye yardımcı olmak
Büyür, olgunlaşır ergenliğe girer
Gezmek ister, arkadaşları olsun ister
İlk "kötü kadın" sözünü o yaşlarda öğrenir
Genç kızın dedikodusunu yapmak kolaydır!
Ahını almak zor!
Evlenecek yaşa gelir
Aşık olur...
Allah gönüle aşkı da veriyor
Tutulur genç bir delikanlıya
Vermezler...
Eşini seçemez, ailesi seçer
Aile kimi isterse onunla evlendirilir
Kadın, mecbur unutmak zorundadır sevdiği adamı
Sevgili, eş olmaz "karı" olur "koca"ya...
Hele bir dediği iki olsun "koca"nın
O zaman "vücudu gül bahçesine döner kadının"
Sözüm ona kocanın vurduğu yerde gül biter ya!
Hamile kalır kadın!
"Dölü kurumasın" diye "erkek" ister koca!
Kız çocuğu olsun istemez
Olursa da sessizdir gelişi...
Kimse sevinmez.
Kadın olmak zordur günümüz Türkiye'sinde
Kadının gelişi sessizdir
Bir kadın sessiz yaşar
Ve sessiz ölür...
Kadın eşittir sessizliktir
İşte bu yüzden
Bir yerlerde oluyorsa sessizlik
Orada bir kadının " kaderi " doğuyor demektir

Nupelda KARABUĞDAY

GIDIKLAYIN TALİHİNİZİ



Ne bir ileri ne bir geri hamster gibi dönüyoruz kafesteki tekerlekte
Çok yol aldık gibi gözükse de
Bir yere gittiğimiz yok olduğumuz yerde sayıyoruz
Kural böyledir müzik değişince dans da değişiyor
Hayatın ritmini yakalamak zor
İnsanların şikayetleri hiç değil ki yalnızlıktan
Yenilgiden, yanılgıdan
Sürekli bozuk plak gibi başa sarmaktan
Hiçbirşey değişmiyor gibi değil mi?
Aynaya baktığımızda değişen suretimize
Beyazlayan saçlarımıza, oluşan çizgilerimize inat
Ayaklarımız yere bastığı sürece
Hiçbir şey değişmiyor gibi
Şu kahrolası suratsız talih var ya
Onu diyorum gıdıklasak
Belki güler yüzümüze
Yalandan da olsa

N.Karabuğday

23 Eylül 2011 Cuma

PAYIMA DÜŞEN ÇOCUKLUK



Camdan heykeller yaptım hayat üzerine
Çeşitli şekillerde duygulara dair
Bir gün kırıldı heykeller, parçalandı
Ellerime battı ellerim kanadı

Oysaki göğün mavisi verirken kendini siyaha
Yıldızlar siyaha inat parlardı hep
Acıya inat yaşamak gibiydi onlarınki
Siyaha inat bembeyaz parlamak

Ellerimin kanamasına aldırmadan
Yapabilir miydim ki yeni heykeller?
Değer miydi onların ihtişamsı güzelliklerine?
Yeni acılar mayalayabilir miydim avuçlarımda?

Yok ki masumluğu inadına bencil hayat
İlmek ilmek sökülüyor çocuksu gülüşlerimiz
Hayat hecelerimizi alıyor almasına da
Gülüşlerimizi bıraksa bari

Yüreğimiz bir dere misali
Dönüyor dolaşıyor ağlıyor
Gideceği yeri bulamıyor
Sonunda oluk oluk taşıyor

Elimde pembe balon kokusu
Dizimde takılıp düştüğüm taşın izi
Yüzümde tuzunun tadı kalmış gözyaşlarım
Şimdilerde bir çocukluk geçer hatırımdan


Yaşamın en güzel yerinde olmak
Çocuklukta yaşamak isterdim
Yetişkinlik bana göre değil
Seneleri bölseler payıma düşer mi çocukluk?


N. Karabuğday

6 Eylül 2011 Salı

ZAMANSIZLIK HALİ



Bazı zamanlarda dursun istiyorum her şey
Anlamsızlaşıyorlar çünkü…

Bazı zamanlarda kocaman bir fil oturuyor üzerime
Ağlasam gitmiyor…

Bazı zamanlarda yanıyor canım, elim ayağıma dolanıyor
Islanıyor yanaklarım, bir şey değişmiyor…

Bazı zamanlarda dönüyorum kendime
Ve en çokta bu zamanlarda nefret ediyorum kendimden

Bazı zamanlarda anlıyorum çaresizlik neymiş
Çare “biz” olsakta…

İşte bu gibi zamanlarda açıyorum bu blogu
Üç kelime iki satır karalıyorum…

Sadece bu zamanlarda gidiyor üzerimdeki fil
Yanaklarım kuruyor
Bir şeyler değişir gibi oluyor
Ve ben kendimi seviyorum
İşte tam da bu gibi zamanlarda…


N. Karabuğday

21 Ağustos 2011 Pazar

SİZ O ÇOCUKLARI YENİ Mİ ANLADINIZ?


Yıllardır açlıkla sınanan
Yaşam savaşı içerisinde
Annelerin çocukları arasında
Tercih yapmak zorunda kaldığı
Bir kıta var yeryüzünde

Yıllardır insanlığın gözünün içine sokulan
Her yerde demogojiyle adının anıldığı
Amerika’daki çocuklarla karşılaştırılan
Gariban çocukların olduğu
Bir kıta var yeryüzünde

Afrika kıtası…

On yıllardır, açlığı diğer tüm kıtalara yayılmış
Tüm dünyanın açlığını anlamış bir kıta…
Şimdi ise 21. yüzyılda yok olmayla burun buruna!

Bir yardım çağrısı sarıyor dünyayı
Afrika’ya yardımlar, “insanlık” ölüyor sloganları atılıyor

Yıllardır konuşulan Afrika gerçeğinin telaşı
Şimdi sardı insanoğlunu
Şimdiye kadar neredeydin insanoğlu?
Dillerden düşürmediğin Afrika açlığını
Her 6 dakikada 1 çocuk ölmeye başlayınca mı fark ettin?

Büyük dünya ülkeleri şimdi mi vardı bu gerçeğin farkına?
Sizce şimdi mi?
Yoksa bu da mı diplomasi oyunlarının bir parçası!
Bu siyaset oyununa “en fazla yardımı yapan popüler ülkeler” mi katılıyor?
Yeni rant elde etme modası Afrika üzerinden mi sağlanıyor?

Yeni mi öğreniyoruz Afrika’nın aç olduğunu!
Şimdi mi farkına varıyoruz!
Bundan yıllar önce bir fotoğraf yayınlanmıştı Afrika’dan
Ölmek üzere olan bir bebeğin üzerine gelen akbabanın fotoğrafı
O fotoğrafta mı sizi dürtmedi?
O karede de mi anlamadınız gelecekti gerçeği?
O günden bugüne ne yaptınız ki?
Şimdi teker teker Afrika’ya dökülüyorsunuz
Sizce şimdi mi başladı açlık?
Gazeteler manşetler atıyor
“2011 Somali’nin açlık yılı” diye
O çocuklar yıllardır açtı
Siz onların açlığını şimdi mi anladınız?
Evet…
Ölüyor…
Ölen bir şeyler var…
İnsan mı?
Yoksa yıllardır sessiz kaldığınız “insanlığınız mı”?
Orası tartışılır

N.KARABUĞDAY


19 Ağustos 2011 Cuma

ÜZERİNE GÜNEŞİN DOĞDUKLARI


Değerlerle ilgili sorunlarımız var
2 yaşındaki bir bebeğin önüne
Birkaç milyon dolarlık banknot
Bir malikane anahtarı
Bir de oyuncak bebek koyun
Tereddütsüz oyuncak bebeği tercih edecektir…
21. yüzyılın iman eden insanı çok düşünür
Malikane kaç odalı diye?
Sonra içinden o banknotları harcamayı geçirir
Gözü oyuncak bebeği nasıl görsün?
Yeryüzündeki her şeyin üzerine doğuyor güneş
Açlıkla ve ölümle burun buruna yaşamın kıyısında
Afrika’nın da
Yıllardır yer edinebilmek için politikacılarımızın yalakalaştığı
Avrupa kıtasının da
Şairlerimizin heybesindeki kelimelerin yetmediği
İstanbul’un da
Gördüğümüz her şeyin üzerine doğar güneş
Doğar ve batar…
Üzerine güneşin doğduğu her şeyi sevmek…
2 yaşındaki bebeğin
Malikâneye ve milyon dolarlara gösterdiği lakaytlığı
Bizler de sergileyebilsek keşke…
Dünya malının dünyada kalacağını
“Değerlerden” vazgeçmemeyi öğrenebilsek
Hem ne demiş şair
Aldığımız nefesi bile geri veriyorsak
Bu dünyada “bize ait” ne var ki?

Nupelda KARABUĞDAY

11 Ağustos 2011 Perşembe

POPÜLER FAŞİZM



21. yüzyılda farklı dünyaların farklı hikayeleriyle
İç savaşlar yaşıyoruz nükleerin zirvesinde

Bir yanda açlıktan ölen aileler
Bir yanda gözü doymak bilmez milyarderler
Bir yanda masa altında dönen rüşvet oyunları
Bir yanda yaka paça def edilen yürekler

Yediğimiz kebap Türk olmasına Türk ama
Arabamız Alman
Yediğimiz pizza İtalyan
Demokrasimiz Yunan
Ailecek izlediğimiz filmler Amerikan
Yağımız Arap
Parmaklarımızın altındaki klavye Çinli
Şuanda okumakta olduğunuz kelimeler bile Latinken
Sizler hala ırkçılık peşinde misiniz?

Siz hala komşunuzun “göçmen” olduğundan mı şikayet etmektesiniz
Hala “tek millet, tek dil, tek ırk” derdinde misiniz?
Hala vatanınızdaki “dünyalıları”
Sırf sizin “hemşeriniz” değil diye
Yaka paşa sınır dışı etme zihniyetinde misiniz?

Dünya bizim dünyamız…
Her paralel çizgisinden
Her meridyen yayına
Yeşiliyle mavisiyle bizim dünyamız
İyi kötü bir ismimiz de var “insan”
Şimdi bu ismi
“İnsan”lığı kötülemek niye?
Kendi kendine bile yetemezken insan
Kullandığı her şey başka ülkelerden ısmarlamayken
Yan komşusu hemşerisi olmuş olmamış ne fark eder?
Aynı topraklarda doğmuş doğmamış ne fark eder?

Geçin artık bu uydurduğunuz sıfatlarla insanları “ötekileştirmeyi”
Popüler kültürün yeni ürünü “başkalaştırmayı” çıkartın lugatınızdan
Gelin hep birlikte yüzelim uluslar arası sularda
Siyah ve beyazın birleşiminden gri yaşamlar getirelim dünyaya

İnsanları türlü kategorilere ayırıp
O kategorilerin savaşmasını sağlayan zihniyetten kime hayır gelmiş ki?

N. Karabuğday

8 Ağustos 2011 Pazartesi

OYUNUN ADI: GERÇEK TAKASI



Her yerde farklı terane…
Herkes farklı dünyaların farklı alemlerinde…
Dünya küçük diyorlar ya hep
Birbirine yakın olup aslında “uzak” olan insanları görünce
“O kadar da küçük değil” diyesim geliyor hep…

O kadar da küçük değil evet…
Herkes hayallerinin içinde yaşıyor
Burun buruna yaşayan insanların
Uzak diyarlardaki hayallerini düşünsenize bir
Aslında insanlar birbirlerinden o kadar uzak ki…

Bu uzaklıklar arasında dünyayı küçültmek
Kalıbına zorla uydurulmaya çalışılan bir nesne gibi geliyor
Düşünceler ne kadar uç noktalarda
Ne kadar da uzağız birbirimizi anlamaktan
Empati dedikleri şey hangi deliğe girdi?
Hangi şeytan aldı da götürdü?
Yılan bile deliğinden çıkarken bir tatlı sözle
Bu “empati” denen şey hangi şekilde çıkar ki o delikten?

Oynanılacak oyun aslında çok kolay!
Oyunun adı “gerçek takası”
Kendinizin gerçeğiyle
Karşınızdakinin gerçeğini takas edin
Sonra o gerçeği bir başkasına verip
Yeni bir gerçek elde edinin
Her bir gerçek sizi “asıl” gerçeğe götürecek
Eğer hile yapmadan en son seviyeye ulaşabilirseniz
Kimbilir belki tünelin ucundaki o beyaz ışığı bile görebilirsiniz

Not: Göreceli gerçekleri takas ederken her söylenen “yalan” sizi 1. seviyeye yani bilinmezliğe götürüyor…Oyunun ana kuralı “dürüstlükte” yatıyor…

N.Karabuğday

26 Temmuz 2011 Salı

GLOBALLEŞEN DÜNYA(YMIŞ)



Ani bebek ölümü sendromu diye bir şey varmış!
Ne acı…
Aniden bebeğinizin öldüğünü düşünsenize
Ya da düşünmeyin düşüncesi bile kötü!
Bebekler niye ölür?
Niye doğar ki niye ölür?
“Şu dünyaya bir uğrayıp çıkacağım” gibi oluyor
Geliyorlar, iki sevdiriyorlar kendilerini
Sonra yıllar yıllı geride bıraktıkları dinmeyen acı…
Çocuklar ölüyor!
Ölüyorlar!
Globalleşen dünyada “çocuklar ölüyor” beyler bayanlar!
Duyuyor musunuz sesimi
Hala çocukların öldüğü bir dünyada yaşıyoruz!
Hala çocukların okula giderken donarak öldüğü
İstismara maruz kalıp canından edildiği
Çocuğun çocuğa silah çektiği dünyada yaşıyoruz
Ve her gün çağdaşlaşma yolunda yeni adımlar atılıyor
Tembelleşiyoruz hazırcılık uğruna
Yenilikçi adamın biri çıkıyor
“Bilmem ne buluşuyla artık her şey daha kolay” diyor
Bir diğeri (rakip firma) yüzyılın mucidi ilan ediyor kendini
Reklamlar desen gırla!
Entelektüel dünya işte ne yaparsın…
Her gün yeni icatlar, yeni buluşlar
Kapış kapış…
Ama bir yerlerde hala ÇOCUKLAR ÖLÜYOR!
Globalleşen dünya!
Çocukların öldüğü
Çağdaşlaşma yolunda her gün yeni adımlar atılan dünya!
Okul yolunda hala ölüyorsa çocuklar
Hala volta atıyorsa çocuk katilleri sokaklarda
Uçkur düşkünleri hala arayabiliyorsa yeni minik kurbanlarını
Kusura bakmayın da
Yemişim öyle yüzyılın icadını da, projesini de!
Çocuklar ölüyor!
Duyuyor musunuz sesimi!!
Yoksa sizde teknolojinin getirdiği son moda kulaklıklardan var da
Uzaktan mı geliyor sesim?
Yoksa siz de mi rengârenk buluşların arasında kaybolup
Aradaki siyah ve beyazı kaybedenlerdensiniz?
Yoksa siz de….
Yoksa siz de mi?
...

N.Karabuğday

22 Temmuz 2011 Cuma

KELİMELERDE BOĞULUYORUM



Bazen çok sevebiliyoruz istemeden
Çok da canımız acıyor bazen
Tesadüf bu ya hep çok sevdiklerimiz acıtıyor
Doğru orantılı bir şekilde saplıyor iğnelerini
Çok seviyoruz çok acıyor canımız
Çok acıtanlar çok sevdiklerimizden çıkıyor hep
Yine de kıyamıyoruz
Yine de vazgeçemiyoruz
Canımıza da okusa saçının teline zarar geldiği an
Canımız acıyor…
Sapladığı iğneler değil de
Yaşattıkları daha çok acıtıyor canımızı
Bir başka seviyoruz
Değer veriyoruz
Kendimizden ödün veriyoruz
Gözlerimiz kilitleniyor bakmaya kıyamıyoruz
Gün geliyor hayal kırıklıklarına uğratıyorlar
Yine de kıyamıyoruz
Sevmeye devam ediyoruz
Hayal kırıklıkları da yıldıramıyor
Gözyaşları sel oluyor
Yine de unutamıyoruz
Unutmak isterken her şey biraz daha bağlıyor
Anlatamıyoruz
Açıklayamıyoruz
Susamıyoruz da
Saçmalıyoruz…
Kelimelere döküyoruz yaşadıklarımızı
Döktüğümüz kelimelerde boğuluyoruz…
Tıpkı benim şuan boğulduğum gibi…
Yine de vazgeçemiyoruz sevmekten ve değer vermekten…
Bir de “belki okur” diye döktüğümüz kelimelerden…

Nupelda KARABUĞDAY

5 Temmuz 2011 Salı

BUGÜN KIYAK GEÇTİM KENDİME


Evet.
Bugün benim doğum günüm.
Kıyak geçtim kendime…
Erken kalktım bugün
Güneş erken doğdu gözlerime
Kalktım kendime harika bir kahvaltı hazırladım
Normalde üşenirim…
Dedim ya bugün kıyak geçtim kendime
Bir güzel sofra kurdum
Oturdum başına yedim afiyetle
En sevdiğim müzikleri dinledim
Dans ettim kendi kendime
Şukufe’yle oynadım
Ki dünyanın en güzel mutluluğu bu bence
Annemin sesini duydum
Teşekkür ettim
Beni doğurduğu için
Bugün doğum günüm ya
Kıyak geçtim kendime
Diyeti bozdum
Kocaman bir dondurmayı yedim tek başıma
Ehh kendime doğum günü pastam olsun
Mumu eksik olsa da… =)
Sevdiğim deneme kitabından okudum birkaç kesit
Hayaller kurdum, eskiye döndüm…
Biraz hüzünlendim biraz güldüm
İyi ki doğmuşum ben
İyi ki bahşedilmiş bu yaşam bana
Nefes almak güzel şey
Bazen zor olsa da
Güzel şey işte…
Aşık olmak güzel şey
Sevmek güzel şey
Gülümsemek güzel şey
Yardım etmek, paylaşmak
Birinin gözlerine bakabilmek bile
Güzel şey…
Tanrım TEŞEKKÜR EDERİM
İyi ki doğdum ben…


Karabuğday…

13 Haziran 2011 Pazartesi

MİLLETÇE MATEMATİK KURSUNA GİDELİM!



Herkes bir şey söyledi herkes!
Herkes “ulan nereden geldi bu kadar oy” modunda
Şener Şen filmi tadında bir seçim dönemi atlattık
Ortada bir oy dönüyor
O diyor ben atmadım
Bu diyor abi valla ben atmadım
Kim attı peki bu kadar oyu?
Hayaletler mi?
Hah dur orda!
Öyle derler işte bizim orada!
Bir işi kimse üstlenmiyorsa
Hayaletlerin üzerine atarlar
“Sen yapmadıysan hayaletler mi yaptı” derler
Şimdi şöyle ki ilk alternatif “hayaletler”
Seçim bu ya
Devlet meselesi olunca bütün alternatifleri sıralamak gerekiyor
Erbakan bile partiyi mezardan yönetiyorsa
Bu alternatifi es geçmek ayıp olurdu!
Seçim otobüslerinde Erbakan sesleri yükseliyordu
Adam bildiğin mezardan yönetiyor partiyi
Seçilse sanki hayalet başbakan olacak!
Hayalet parti başkanının olduğu ülkede
Hayalet seçmenin olma ihtimali yüzde kaç olabilir?
İnançlı memleketiz
Biz mezardakilerimizi unutmayız!
Yüzdelerle çok haşır neşir olduk
İkinci alternatife geçeyim
Milyonların içinde boğulduk kaldık
52 milyon, yok yok 69 milyon
Ulan ya bu 17 milyon?
Milyon yetmez
Trilyonluk sandıklar var bir de
Şeffaf…
Oldukça “şeffaf!”
İki gündür yapmadığımız matematik kalmadı
Sayıcalcılar, matematik profesörleri yetişemiyor bu matematiğe
Ben diyorum
Biz gariban milletiz
Ver makarnayı eline
Al oyunu!
Anlamayız
Bilmeyiz öyle “büyük rakamları”
Bunlar “büyyyük rakamlar”
Milyonlar, trilyonlar bize göre değil
Ben özeleştiriyi seven insanım arkadaş!
Madem eleştireceğiz önce kendimizi eleştireceğiz!
Hadi gelin kabul edelim milletçe
Bizim bu kadar matematiğe basmıyor kafamız!
Yani biz gariban milletiz ya
Anlamayız masaların üstündeki (altındaki)
Rakamların (büyük) matematiğinden!


N. Karabuğday

7 Haziran 2011 Salı

ODA ARKADAŞIM HAMSTER OLSUN!



Cerrahpaşa’dan notlar serisinin ikinci bölümündeyiz
Bugün yine aynı bina
Dün gördüğüm aynı yüzler
Doktorlar
Tuvalette suyla taşan mavi tas dahil
Her şey yerli yerindeydi
Yapılan testi merak edenler için anlatayım
Sintigrafi denilen bir makine var
Onun içine girdim bugün
Tıp fakültesi öğrencisi olduğu
Her halinden belli
Gencecik taze delikanlı “hareket etmeyin” dedi
Omzuma bir şey taktı
Ben de refleksle “iğne mi” diye bağırdım
“Hayır hareket etmeyin başa alıyorum” dedi
Şimdi boğazımı çekiyor ya bu makine
Acaba hareket etmemenin içinde “yutkunma” olabilir mi
Diye düşünürken dayanamadım sordum
“Yutkunabilir miyim”
Bu sefer bizim gencecik taze tıp öğrencisi
“Evet hanım efendi yutkunun ama kıpırdamadan
Bakın yine makineyi başa alıyorum” diye çıkıştı
Öf pöf mırın kırın derken makine ile işimiz bitti
Ben sağ, delikanlı selamet ayrıldı yollarımız
Hep beni bulur ya yolda giderken bir muhabbet kulağıma çalındı
“Temel bilimler binasında kobay hayvan yetiştiriliyor” diye
Şimdi beni tanıyanlar iyi bilirler
Benim orayı merak etmeme lüksüm
Yüzde kaç olabilir ki?
Kalktım sordum “temel bilimler binası nerede” diye
Ordan git, buradan dön, şuradan çık diye diye
Sonunda binayı buldum!
Dükkanı erken kapatmışlar…
Yarın bolca hamster yemiyle oradaki hayvanları ziyaret etmeyi düşünüyorum
Eee naparsınız herkesin bir ilgi alanı var
Beni de böyle kabul edin
Evet, evet
BEN DE SİZİ SEVİYORUM…
Bu arada yarın bir de raporlarımla profesör toplantısına katılacağım
Ona göre beni yatıracaklar
Acaba diyorum, hamsterların olduğu bölüme yatırmalarını istesem
Kabul ederler mi?
Arkası yarın…

Nupi.

6 Haziran 2011 Pazartesi

SUYUNDAN DA İÇERİM YOLUNDAN DA GEÇERİM!



Paran varsa Range Rover
Yoksa game over
Diye boşa dememişler
Cerrahpaşa’nın girişine bunu yazmalılar.
Kapıdan içeri girdiğiniz an
Burnunuza ne idüğü belirsiz bir koku
Hastane kokusunu bilirim ben
Malum hastanede büyüdüm
Bu koku o kokulardan değil
Yerler desen pislik içinde
Amcamın biri çamurlu su ile
Yer siliyordu bugün
Kimbilir kaçıncı katı siliyor aynı suyla…
Umuma açık yerlerde tuvaleti pek tercih etmesem de
Merak ederim…
Girdim baktım
Mavi bir tas, musluk sonuna kadar açık, su taşmış
Alafranga tipi tuvalet
Ve şaşırtmayacak derecede “pis”…
Doktorun odasındaki tuvalet ise “mis”
Tahlil için sıramı bekliyordum
Gözlerim dikkatli dikkatli çevreyi süzerken
Güler yüzlü bir bayan oturdu yanıma
Hastalığımı sordu, ben de onunkini falan derken
Malumunuz konu konuyu açtı
İsmi Dilek…
Öğretmen, 3 yıldır bağırsak kanseriyle savaşıyor
O 3 yıl önce tanışmış onkoloji ile
Alaylısı olmuş bu hastalığın
Kemoterapi sonucu kısalan saçları
Yüzünün güzelliğini pek bir ortaya çıkarmış
“Mutluyum, hayatı seviyorum
8 yaşında kızım var
Okulda da bir sürü çocuğum” var benim diyor
Bağırsaklarından göğsüne sıçrayan
“Günümüz hastalığını” yenmekte kararlı!
Sonra bir teyze daha oturdu diğer yanıma
Tesadüf bu ya aynı hastalığa sahibiz
O da “Sen gençsin Allah benim ömrümü sana versin” dedi
Ya yazması kolay da, duyması o kadar zor ki bu sözleri
Tanımadığınız birinin size bunu demesi…
İnsan tanımadığı birine “ömrünü bahşeder mi”
Ediyor işte…
Ah teyzem ah…
Bugün o iki insandan iki büyük şey öğrendim
Birincisi
HAYAT HERŞEYE RAĞMEN
ONDAN VAZGEÇMEMEYE DEĞER!
İkincisi
İNSANLIK ÖLMEMİŞ…
Siz ne kadar bilinen şeyler deseniz de
Teorikte değil pratikte öğrenmek
Somutlaştırıyor bilgiyi…
Tam da Gorgias’ın dediği gibi
Bilgi sözlerle aktarılmıyor
Yaşamak lazım…
Paylaşılan acılar da
İnsanlara bir şeyler katıyor
Yeni şeyler öğretiyor
Doğruymuş be!
Gerçekten de acı paylaştıkça azalıyormuş!
Açın Pollyanna pencerelerinizi
Hayat yaşamaya değer beyler bayanlar
Bakın ben mesela bugün
Radyasyonlu su içtim!
Çok çılgıncaydı!
Bu arada görürsem
Volkan Konak’a soracağım
Acaba bahsettiği “su” bu muydu?
Arkası yarın…

Nupi

27 Mayıs 2011 Cuma

YA MENOPOZSA!



Bahar geldiğinde insanın içinde de bahar geleceği yalanına kanmayın efendim.
Bahar depresyonu diye bir olay var
Zira şu sıralar o olayın içerisindeyim.
Afedersin ne boktan bir ruh halidir bu!
Herkes, her şey sıkıcı sanki
Yani şunu yazmak bile zevk vermiyor bana
Bayılıyorum…
Menopozlu kadınlar gibi hissediyorum kendimi
Erken menopoza girmiş olamam değil mi?
Ay ya daha çocuk doğuracağım!
Erken biten fanteziler falan yok hiç bana uygun değil
En iyisi ben bahar depresyonuna gireyim
Yani menopozdan daha iyi
Her şey tamammış gibi bir de “aşık oldum”
Yok o konuya girmeyeceğim
Sadece alt yazı geçiyorum

Günlerdir aklımda “doğuştan kör biri var”
Ona renkleri anlatma çabası içerisindeyim
Nasıl anlatılır ki ya?
Pembedeki aşkı
Kırmızıdaki şehveti
Mavideki huzuru
Sarıdaki hüznü
Beyazdaki duruluğu nasıl anlatabilirim?
Bir siyahı anlatabilirim sanırım
“Bak şu gördüklerin var ya
İşte onların hepsi siyah”
“Siyahın asilliği” derim

Bahar depresyonundan girip
Menopozdan teğet geçip
Aşkı sollayıp
Doğuştan kör birine renkleri anlatmaya
Nasıl geldim bilmiyorum…
Bilinçaltımı oysam kimbilir daha neler çıkacak
Ben en iyisi bu yazıyı burada bitireyim
Bitiriyorum
Bitirdim
Nokta


İmza Nupi ben.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

ÇOBAN



Kaç zaman oldu ben yazmayalı?
Fark ettim de öksüz kalmış blogum
Yazmaya yazmaya yazmayı mı unuttum?
Yoksa çok yazdığımdan mı yoruldum?
Bilemedim…

Sivrisinekler vızıldıyor beynimde
Karman çorman yokuşlu yollar var sanki
Arada labirentlere sapsam da beynimin yollarında
Yine de çabuk çıkıyorum vesselam

Siyaseti hiç sevmem derdim ya hep
Bayağı içinde oldum şu günlerde
Karman çorman işler dönüyor buralarda da
Dünyadan bi haber değiliz yani

Yalan siyaset modasına burada da uyuyoruz
Kim demiş bir ipte iki cambaz olmaz diye?
Bir ipe sıra sıra diziliyor buradaki cambazlar
Zıp zıp zıplıyorlar tavşan misali

Herkes vatan millet Sakarya modunda
Ağzı olan konuşuyor, burnu olan sokuyor konuya
Herkesin de konuşacak bir şeyi var mübarek
Kasmasalar şu milleti de yaşasa herkes lay lay lom

Benim pembe gözlüklerim yok arkadaşım
Sadece sizinkiler çok siyah!
Kime kalmış ki bu dünya?
Bırakın işte yaşayalım koyun koyuna

İlla başımıza bir çoban mı gerek?

N.Karabuğday

4 Mart 2011 Cuma

ZAMANI ZİYAN ETMEMELİ



Hayatı istediğim gibi yaşayabildim diyebilmelisin
Canın istemiyorsa yapmamayı öğrenmeli
Zorunluluklarını hayatından çıkarmalısın
Hayat ertelenmez derler ya
Mutlu edecekse işlerini de ertelemelisin
Canın istemiyorsa ev dağınık kalsın
Canın isteyince toplarsın
Kocan, sevgilin, arkadaşın için değil
Kendin için yaşamalısın
Bencil olmak değildir “önce ben” demek
Sevmek istiyorsan önce kendinden başlamalısın
“El alem ne der” diye düşünmeden
Kendi sevdiğin gibi davranmalısın
İçinden geliyorsa bağıra bağıra şarkı da söyleyebilmelisin
Gerçek mutluluk için
“Pişmanım” kelimesini lugatından çıkarmalısın
Pişman olmamak için de
Kendi düşüncelerinin farkında olmalısın
Ağzından çıkan kelimelerin erinde olmalısın
Asıl olgunluk o kelimelerin arkasında durabilmektir
Karşıdan dilediklerine önce sen sahip olmalısın
Merhametli olmayan merhamet bekleyemez
Mutluluğun çok uzaklarda olmadığını anlamalısın
Bir kuşla simidini paylaşmak
Bir köpeğe su vermektir aynı zamanda mutluluk
Kısacası mutluluk “paylaşmaktır”, bilmelisin
Gösteriş sadece kendini kandırmaktır.
İçinden geliyorsa ibadet etmelisin.
Çok iyinin olmadığını bilirsen
Çok hayal kırıklığı da yaşamazsın.
Korkusuz yaşamayı öğrenebilmelisin
Kendine güvenmeyi bilmelisin
Bu da inandıkların için savaşmaktan ileri gelir
İnsanların düşündüklerini çok kafaya takarsan
Çabuk yaşlanırsın, gençlik iksiri
Yaptıklarının doğruluğuna inanmaktan geçer
Kötü şeyler sadece başkasının başına gelmez
Bir gün çok hasta olabilirsin
Hastalık insanın ruhunda gizlidir
Dünyanın en büyük gücünün
Beyin gücü olduğunu fark etmelisin
Hayatta mutlu olmak için birçok sebep var
Pollyannacılık değildir bu
Her zaman istediklerine olumlu cevap beklememelisin
Olumsuzluklar da seni mutsuz edecek kadar büyük olmamalı
Mutlu olmak istiyorsan “hayata hazır” yaşamalısın
Her şeyin olabileceğini bilmelisin, ama paranoyak olmamalısın
O ince çizgideki dengeyi kurabilmelisin

Asıl mesele nerede biliyor musun?
Hayatın çok kısa olduğunun farkına varmakta…
Bunu bilirsen “mutsuzluk” kavramını bilemezsin
Bilmeye zamanın olmaz çünkü o kadar kısa ki hayat
Bu kısa zamanda zamanını ziyan etmezsin
İşte o zaman, yani o son gün geldiğinde
Mutlu yaşadım, mutlu gidiyorum diyebilirsin.

Nupelda KARABUĞDAY

11 Şubat 2011 Cuma

KAMERA STOP!



Zaman beni olgunlaştırdı diyorsun
Armut musun sevgili?

Seni artık sevemem diyorsun
Beni ne zaman sevdin ki?

Ayrılalım, bitsin diyorsun
Başlamayan şey biter mi?

Ayrı dünyaların insanlarıyız diyorsun
Hangi dünya seninki?

Sana layık değilim diyorsun
Hayatın hep böyle klişe mi?

Bu kadar sanat düşkünü olduğunu bilmezdim sevgili
Kamera stop!
Bunların hepsi sinema filmi replikleri…


Nupelda KARABUĞDAY

9 Şubat 2011 Çarşamba

YÜZDELİK SEÇİMLER

İnsan hayatında üzüntünün de mutluluk gibi haddi yok. Çevre değişiyor, insanlar değişiyor, hobiler ve fobiler değişiyor kısacası hayat değişiyor, değişmeyen tek şey değişimin kendisi diye boşa dememişler. Hayatımızı çoğu zaman sorguluyoruz, verdiğimiz kararların üzüntü anında yanlış olduğunu düşünerek boşluğa girebiliyoruz, mutlu olduğumuz zaman her şey süper ama bir şey ters gitmeye görsün o zaman dünyamız başımıza yıkılabiliyor, sanki dünyanın sonu!

Çeşitli şekillerle hayatımıza giren insanlar, yine farklı şekillerle hayatımızdan çıkabiliyor. Bazıları da çıkarmak isteyipte çıkaramadıklarımız kategorisinde. Büyük üzüntüleri yaratanları genelde sahipleniyor kalp ya da uzak olanı… Uzak olan mı dedik, keşke uzaklıklar olmasaydı dediğiniz anınız oldu mu hiç? Uzaktır, görmek istersin ve dokunmak ama dedim ya uzaktır işte, yakın olsa her şeyin daha farklı olduğunu düşünürsün bir tercih yapmak zorunda bırakılırsın ya uzağı kabul etmelisin ya da hiçbir şey yokmuş gibi hayatına devam etmelisin.. İki arada bir derede kalırsın ve genelde sevgi ağır basar, “uzak bile olsa hayatımın bir yerinde olması güzeldir” diyerek açarsın kalbini. Oysaki bir de madalyonun diğer yüzü vardır hani şu genelde görünmeyen taraf veya siz buna klişe bir şekilde perdenin arkası da diyebilirsiniz. Perdenin arkasına genelde dikkat edilmez edilse dahi özellikle dikkat edilmeyen bir şey vardır ki ihtimallerin yüzdeliği. Hayatta verdiğimiz kararlardan çok elediğimiz konular soru işareti olarak kalır aklımızda, verdiğimiz kararların bize verdiği üzüntü anında ise ikinci plana attığımız seçim beynimizi daha çok kemirmeye başlar.”Ya onu seçseydim?” dersin “acaba o zaman her şey daha mı farklı olacaktı?” Seçimlerde her zaman arka plana atılanlar üzüntü sebebi olmuştur insan ne yaparsa yapsın seçemediği her zaman aklını kurcalayacaktır.


Hayatımızdaki cevaplanması gereken sorular kılıfına uydurulmaya çalışılan cevaplarla dolu. Kendimize sorduğumuz soruların ise zaten sorulmadan cevabı hazır. İnsan kendine genelde istediği cevabın sorusunu sorar.İç sesiyle yüzleşen insan çoğu zaman bilinçaltındaki cevapların sorularını hazırlar kendine.Realist bir yapıyla yaklaşıyor gibi görünse de duygusal bir akımın içerisinde boğulmak üzeredir.Kendisiyle savaşır insan, kendi seçimleriyle yüzleşir çoğu zaman.Bu bir serzeniştir aslında…İnsanın kendi aldığı kararların serzenişi. İçinde bulunduğu duygusal durumdan dolayı gerçekleri göz ardı eden insanın bir anda gözü açılır. Belki bu bir çöküş anıdır belki de yeni bir temelin atılma anı. (bu kişinin sarsıntısına göre değişir çoğu zaman)


Seçimlerde umduğunu bulamamak hiç kuşkusuz ki çok acıdır… Ama bu hayatta seçimlerde, yanılgılar da, üzüntüler de bizim için… Bazen yaşadığım acıları iyi ki yaşamışım diyorum, her atlattığım acı olgunluğa erişmemde bir basamak oldu. Sütten ağzı yanan falan fistan triplerine bağlamayacağım olayı, yalnız demem o ki acı gerçekten insanı olgunlaştırıyor. Acılar hep var dünyaya gözlerini açtığın ilk andan kapatacağın son ana kadar acı hep olacaktır küçük veya büyük bir şekilde kalbin ağrıyı mutlaka hissedecektir. Eğer acının şiddetini çok derinden hissetmek istemiyorsanız hayatı her şeyiyle birlikte ele alın. Mutluluk, sevinç ve başarının olduğu gibi üzüntü, keder ve kaybın olabileceğini de göz önünde bulundurun. Ve asla unutmayın ki bu hayat üzüntü ve neşesiyle, her şeyiyle size ait! Yeterki yaşamınızın kıymetini bilin, böyle kısayken yaşamlar iyisiyle, kötüyüsüyle "yaşayabildim" diyebilmeli insan...

Nupelda KARABUĞDAY

6 Şubat 2011 Pazar

KİRLİ SİYASET



Bir ülkede yalan arıyorsanız o ülkenin önce siyasetine bakacaksınız. Bir ülkede yalancı arıyorsanız siyasetçilerden seç beğen al. Ah canım annem küçükken yalanlarım ortaya çıktığında “senden iyi siyasetçi olur” derdi, sonradan anladım tabi ben ne demek istediğini.

Kirli siyaset oyunlarına gelip son gaz karşı tarafa düşman kesilen halkın ise beyinleri sıkıştırılmış 37 ve üzeri ekranlardaki aptal kutucuklara. Programlanmış insan beyinleri, herkes hipnoz altında farkına varanlar ise vatan haini. Sağı-solu, Kürt’ü- Türk’ü bitirdik şimdi anavatan, yavru vatan kavgasına başladık. Ülkelerin kirli siyasetine maruz kalanlar ise aptal olmuş durumda.

Bir o yana dönüyor kafalar bir bu yana. Bir o taraftan ses çıkıyor bir bu taraftan. Mitingden sonra Erdoğan kalktı “sen kimsin beeee besleme” dedi, diğeri kalktı “büyük ihtimal sözleri üzüntüden” dedi, bir diğeri “Erdoğan kesinlikle haklı” dedi, öbür diğeri dayanamadı “kınıyorum” mesajı gönderdi. Türkiye halkı kalktı “paramızla yaşıyorsunuz” dedi, KKTC halkı pek tabiî ki gururlu “parana ihtiyacımız yok” dedi. Bir o kafadan bir bu kafadan içinde bol sesli harflerin bulunduğu bağrış çağırışlar havalarda uçuştu. Daha sonra tüm bu olanları gözlemleyen Rum “Erdoğan KKTC’yi kafaya aldı” diyerek manşetler verdi basınında alaylı.

Peki, ne oldu? Türkiye KKTC halkını Rum’la işbirlikçi Türkiye düşmanı olmakla suçladı, KKTC halkının Türkiye’deki yönetimeyken isyanı Türkiye vatandaşı suçu üzerine aldı kendi kendisini günah keçisi seçerek medyanın da bilinçli bir şekilde yanlış yönlendirmesiyle ayağa kalktı ve KKTC halkını “para yiyiciler” olarak niteledi.

Kim ne derse desin siyasetin amacı “kardeşi kardeşe düşman etmek”, teknoloji çağındayken, yandaş medyanın da son sürat gazıyla insanların gözlerini bağlayarak saklamaya çalışıyorlar gerçeği, beyinlerini içinde bilumum ensest ilişkinin olduğu dizilerle meşgul ederek uzaklaştırıyorlar olup bitenlerden. Sonra neymiş efendim, KKTC halkı Türkiyelilerden nefret ediyormuş, neymiş KKTC halkı para yiyiciymiş.

Türkiye bu kadar bonkör bir devlet olsa şuan dünya sıralamasında açlık sınırına en yakın ülkeler arasında olmayız vatandaşa dağıt babam dağıt olurduk kefenin cebi yok!

KKTC halkı Türkiyelilerden nefret ediyor olsaydı, şuanda ben Türkiye vatandaşı biri olarak KKTC basın yayın kuruluşlarından Star Kıbrıs Gazetesi’nde oturup bu yazıyı yazıyor olamazdım.

Bu yazımın bir şeyleri değiştirmesini çok isterdim, ama ne mümkün… Ben siyasetçi değilim ki bana inansınlar… !

Öyleyse ben şu soruyu sorayım Fatmagül’ün suçu neymiş?

Nupelda KARABUĞDAY

2 Şubat 2011 Çarşamba

Estambol



Upuzun saçları Marmara’nın koynunda
Gözü yaşlı bir kadına benzer
Kurtlar inmiş kalbine dolanırken
İstanbul korkusuz kahramana benzer

Ne de çok uğraştılar öldürmek için
Her gelen vurdu tecavüz etti yüreğine
İhanet ettiler ağlattılar gözü yaşlı bıraktılar
Kaç gece küstü kendisine göstermedi ay ışığını

Yine de pes etmedi şehr-i İstanbul
Ana kucağı gibi açtı kucağını her gelen insana
Kurtlar olta atarken bağrında
Kıyamadı bir ana misali yavrusuna

Taşı toprağı altındır dediler attılar kalbine kazığı
Kazdılar yüreğini acımadan diri diri
Söktüler Arnavut kaldırımlarını
Çimlerin üzerine asfalt döktüler bağladılar gözünü

Yaşlandı İstanbul artık eskisi gibi değil
Uğruna türküler yakılan, şiirler destanlar yazılan
Bilenin hasreti bilmeyenin en büyük hayali
Herkesin yüreğinin köşesindeki ŞEHR-İ İSTANBUL


Nupelda KARABUĞDAY

6 Ocak 2011 Perşembe

YÜREĞİ KOCAMAN,BEDENİ KÜÇÜK KADINLAR



+18’in eksilerine inmiş melankolik erotik kocaman yürekli küçücük kadınlar. Saçları,makyajları,tıngır tıngır topukları saklıyor bedenlerinin altındaki çocukları.Korkudan mı soğuktan mı titrer bilinmez cılız bacakları.

Yeni doğmuş bir bebeğin narinliğinde pamuk elleri, ellerinin üzerinde birikmiş akbaba izleri.Küçücük bedenleri akbabaların bir lokmalık yemleri misali.Anne sütünün tadının kaldığı kıpkrmızı dudaklar kadınlığının en büyük göstergesi, bir ayağı çukurda aklı hala uçkurunda akbabalarınsa ceblerindeki cüzdanın ağırlığı “hazzın” belgesi...

Çocukluğumuzun oyunları vardı...Sek sek oynardık, ellerimiz tebeşir tozundan nasırlana nasırlana çizdiğimiz yerdeki sayılarla,bir de körebelerimiz vardı...Şimdi ise millenyum çağında mutasyona uğramış körebeler var.Şimdi minik elli kadınlar oynuyorlar cadde kenarlarında körebeyi.Her oyun oynanıyor gece gündüz,içlerindeki çocuk ruhları daha ne oyunlar biliyor kimbilir.. Oyun arkadaşları ise hep aynı akbabalar, akamcalar, akdayılar hatta akdedeler ve isimlerinin zıtlığında kara yürekleri.

Önceden roman sayfalarına hayat sığdırılırdı. Şimdi ise romanlar hayat boşluğunda kol geziyor. Koskocaman bir hayata başıboş salınmış roman sayfaları. Daha önce romanlarda okumuştum ben “kocaman yürekli küçücük kadınların” hayatını.Bir bilseniz kaç yazar,yazar onları,kaç karaktere bürünürler,kalın puntolarla yazılmış hayat sayfalarına. Kalemin rengi kara, karalarla yazılmak emredilmiş onlara. Belki de bu yüzden karalar bağlamış yürekleri.

Çocukluğumuzun oyunlarına dönmüşken taş-kağıt-makası es geçemeyeceğim. Ne oyundu! Ne oynardık!Kağıt taşı sarardı,makas kağıdı keserdi,taş makası kırardı..Alın size mutasyona uğramış bir oyun daha!Akbabaların kanatları sarıyor şimdilerde kocaman yürekli küçücük kadınları, kimbilir kaç imza atılıyor bedenlerine “kağıt” gibi, “makas”la kesilmiş yürekleri taşıyan”taş”tan bedenler tarafından.. Kim bilir gündüzleri çocuğu barındırıp geceleri kadın olan bedenler ne oyunlar biliyor. Kim bilir ne oyunlar oynuyorlar bizler masumca uyurken uykularımızda.

Kocaman bir sahne kurmuşlar E-5’e,Beyoğlu’na daha bilmem hangi cehennemin dibine! Kadın oyuncular olarak çıkartılırlar sahneye. Ellerinde ise oynamaya mecbur oldukları replikler. Bazıları usta oyuncular,bazıları yılların getirip götürdüğü acılarla feleğin çemberinden geçmiş figüran rolünde,bazıları ise yepyeni taze yeni yüz olarak sahnede.

Rollerle uyumlu afili kıyafetler,boylarının yarısı kadar topuklar,küçücük yüzlerinde kocaman şangır şangır yer çekimine yenik düşmüş küpelerle doldururlar sahneyi çift yönlü. Bembeyaz pamuk tenin üzerinde bir ressamın elindeki palet misali renk cümbüşü yer alıyor. Birbirinden uyumsuz, dünyada ne kadar renk varsa orada. Kırmızı dudaklar,pembe üstü yeşil simli farın zıtlığında.Turuncu yanaklar ise parıl parıl parlar dalgalanan sapsarı saçların ihtişamıyla. Saç demişken, kime boyatırlar ki saçlarını?Bir insan bu kadar mı soğutulur bir renkten! Ayaklarına büyük gelen ayakkabıların, üzerine bacaklarına asla denk gelmeyen minik etekler geçirilmiş. Göbek deliği ise her zaman görünür iki parmaklık büstiyerin altından.

Perde açılıyor, oyun belli. Alkışlar, bağırtılar, feryadı figanlar yükseliyor…Sonra ise akbabalar ve türleri beliriyor seyirci koltuklarında…Kimisi başarılarını kutluyor bir sonraki oyuna da geleceklerini söylüyor,kimisi yaşına göre performansının oldukça yüksek olduğundan bahsediyor…Bahsi geçen elbetteki “oyun”.Kimileri de var ki hiç beğenmiyor, curetini ve haddini nereden bulduğu belli olmayan bir şiddet sergiliyor.O zaman akabiliyor gözyaşları nehir misali oluk oluk… İster beğensin ister beğenmesin her seyirci bir imza bırakıyor soğuk ve acı…

Sonra sabah oluyor….Çocuk oluyorlar…Elleri tebeşir kokuyor,taş kağıt makası mutasyon geçirmemiş haliyle oynuyorlar..Hani şu yıllar önceki bildiğimiz haliyle,masumca…Can yakmadan oynuyorlar “yakar top” oyununu..Ne topun canı yanıyor ne kendilerinin…

Sizler! Minik elleri, minik bedenleri taşıyan kocaman yürekli küçücük kadınlar… Bir de saklambaç oynasanız diyorum… Akbabalar, akamcalar “ebe” olsa, siz saklansanız...En kuytu en derin yerlere gitseniz…Bu oyunun sonunda “önüm, arkam sağım, solum, sobe” olmasa…Hiç sobelenmeseniz olmaz mı? Koşun gidin pembelerin tozdan olduğu dönemlere… Hiç gelmeyin, dönmeyin buralara… Soran olursa görmedik, duymadık, bilmiyoruz…

Şimdi oyun başlıyor…. Hadi, saklambaç oynayan kaleye mum diksin…


Nupelda KARABUĞDAY